‘Bu Bir Söyleşi Kitabıdır’: Sanat hafızasının kuyusuna…
Deniz Mahabad
Röportajlar, anı ve otobiyografik kitaplar, edebi eserlerin derin ve arka bahçesi diye tanımlanırken, belleğin kapılarını açmaya/bilinmeyene varma imkanı yaratıyor. Haber mecralarının birçok platformunda kendini bulan, içeriğiyle de her dönem önemini koruyarak süreklilik gösteren, edebiyatın arka bahçesinden okuyucuya ulaşabilirliğinin önemli güzergahlarından… Bu metinlerin şiir, öykü, deneme türlerinden ayrılan yönü, röportajı yapan yazarın incelemelerine, görüşlerine, yönlendirmesine ihtiyaç duymasıyla yazarın görüşleri, hafızada saklananları, görselleştirme/ bir metine vardırma gücüne de sahip olmasıdır.
Adnan Binyazar, “Röportaj gazete yazısı olduğu için bir haber toplama faaliyetidir” diyor. Bu faaliyetle sınırlı kalmayan, devinim halinde olan, edebi boyutunun güçlü bir duruma ulaştığını da ifade edebiliriz. Yazarın izlenim, düşünce ve görüşlerinden yola çıkarak başkalarının ulaşamadığı yerlere/bilgiye röportajcı ulaşmakta, tanıklık etmekte ve tanıklıklarını da okurla paylaşmasıyla dikkat çekmektedir. Altmışlı, yetmişli yıllarda neredeyse her edebiyatçının gazetecilik deneyimi hatta röportaj kitapları, bize o yılların en önemli belgelerini sunar. Yetmişli yıllarda Yaşar Kemal, Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı röportajlarıyla çok ilgi çekmiştir. Kitaplaşan bu röportajlar, birer tarihi belgedir.
Şair ve yazar Metin Aydın’ın Red Yayınları tarafından yayımlanan ‘Bu Bir Söyleşi Kitabıdır’ kitabı, Aydın’ın edebiyat ve sanat dünyasından elli beş isimle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Bu kitabın en önemli özelliği, usta yazarların yanı sıra genç yazar ve sanatçıları da yüreklendirme amacı gütmesi. Sanat ve edebiyatın sonsuz evreninde yolculuk yapmak isteyen, yazmak isteyenlerin başucu kitabı niteliğinde, çünkü biz genç yazarların yol haritası bu röportajlarda gizli diye düşünüyorum. Yazarları, sanatçıları ve onların ürettiklerine dair dönemlerinin, sanat mecrasını genişleten edebi yolculukları hafızada kalanın sorumluluğunu üstlenerek okuyucuya ulaşması gereklidir.
Metin Aydın güç bir yolculuğa çıkıyor ‘Bu Bir Söyleşi Kitabıdır’ metniyle. Aydın, kişinin kendi düşüncelerine varma uğraşının bu denli güç olduğu bir süreçte elli beş sanatçının yaşadıklarını, düşüncelerini, hislerini, gerçeklerini, kurgularını, yansımalarını kendi mecrasında bir araya getirmesi kararlı ve bilinçli sorumlulukla ele alıyor. Sadece yazanın değil, yazdıranın da o an zihninde belirenle ilgili olabildiği durumları ortaya çıkarıyor Aydın. Bir soru bile boş sayfaların dolması gerektiğini hatırlatır çoğu zaman. Kendi yolunun hikaye rehberliğini röportajı yapan kişiye bıraktırır söyleşi, dolayısıyla soran ve cevaplayanla ortaya çıkan ilişki gerçekliğin ta kendisidir.
YAZAR, MÜZİSYEN, RESSAM, GAZETECİ, ŞAİR…
Latife Tekin, Suzan Samancı, İhsan Fikret Biçici, Mehmet Mahsum Oral, Hicran Aslan, Gani Türk, Firat Cewerî, Mustafa Aydoğan, Şener Özmen, Lal Laleş, Muharrem Erbey Mehmet Atlı, Vecdi Erbay… Yazar, müzisyen, ressam, araştırmacı/gazeteci, şair gibi birçok sese ulaşmış Metin Aydın. Yaşanmışlığın hatırlanır, anlatılabilir olması için verilen çabanın hafızada bir yere sahip olması, yaşayan tarafından ifade edilebilirliği önemlidir. Başkasının hikayesinin zamanlar arası taşıyıcısı olmak yaşantının hafızada bir ize dönüşmesini ifade eder. Bu durum belki de geleceği daha güçlü inşa etmenin yoludur. Bu, kişinin artık onu konuşulabilir olduğunun kanıtıdır.
Bizi, misafirlerine sorduğu sorularla yolculuğa çıkaran Metin Aydın, sadece kendisi için yazmanın mümkün olup olmadığına çalışmasıyla örnek oluyor. Birçok sesin yankısı olmak, sorulara cevap olan söylemlerin aracısı kılıyor. Cevaplayana bir konu yüklemiyor, olan akışın hızını kaydediyor sadece. Sorularıyla cevaplar, metinler, söylemler yazdırıyor Aydın.
Aydın’ın konuklarından Suzan Samancı… ‘Kimdir Suzan Samancı?’ sorusuna, “İnsanın kendini tanıtması ve tanımlaması zor bir şey. Hayat hiçbir kalıba sığmayacak kadar akışkan ve sonsuz derken darbelere, sıkıyönetimlere, baskılara, şiddete, ölümlere, yıkımlara, ağıtlara, sürgünlere, tanıklık etmek ve bir asrı böyle geçiren bir toplumda, kadın olmanın ötesinde, diliyle, kültürüyle ötekileştirilmenin bir parçası olurken, bu acı tanıklığın, değerler yıkıntısında hâlâ kendimi arıyorum” cevabını vermekte Samancı. Röportaj boyunca okuyuculara bilme gücünün arayış kapılarını aralayan yazar, Kürtçe ve Türkçe yazdığı metinleriyle edebiyat dünyasında özgün, bağımsız bir dil geliştiren güçlü seslerden. Bireyin kendini hiçbir zamana ait hissedememesinin nedenlerini hatırlarken Samancı’nın metinlerinde geçmişi, şimdiyi ve geleceği bütünleyen edebi gücü, verdiği röportaja yansıyor. ‘Kokunun Irmağı’nda dilin sınırlarını zorlayan anlatım gücü okuyucu hapsederken, yaşadığı coğrafyanın anatomisini isimsiz bir kahraman ile çiziyor. Belki de öldürülen sayısız/bilinmez insanların isimsizliğindendir ‘Korkunun Irmağı’na kahraman olmanın. Köksüzlük, nereye ait olduğunu bilmemek, bilmediği dil nedeniyle söylemek istediklerini tam ifade edememenin kuyularına güçlü belleğiyle cevap oluyor Samancı. Yeni bir mücadele, yeni hayat, yeni başlangıçlar için gerekli hafıza gücüne sahip olan Samancı aynı geçmişlerden gelenlerin güçlü olmaya götüren birçok örneğini röportaj boyunca sunuyor.
‘SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM’ÜN ‘SEVGİLİ ARSIZ YAŞAM’ DEDİRTECEĞİ BİR ÇAĞ
Latife Tekin’inin ‘Dirmit’ine varana kadar yaşadıklarını, okuyucunun öğrenmesinin başka nasıl açıklaması olabilir ki! ‘Sevgili Arsız Ölüm’ün belki de ‘Sevgili Arsız Yaşam’ dedirteceği bir çağa yetişmenin gözeneklerini anlatıyor Tekin. Nitekim röportajın girişinde Salinger’in ‘Gönülçelen’ romanından hatırlattığı “Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra” sözü, Tekin’in gelecekte olabilecek özlemleri şimdiden okuyucusuna anlatıyor. İnsanın hikaye etme becerisinin yazının gücüyle bütünleşmesinden beri sözün okuyucuya ulaşması daha kolay olsa da kıymetli kalemlerin barındırdığı sese ulaşmak zor olagelmiştir. Tekin’in anlattıkları onlarca yıllık belleğin uzantıları, onların oluşturduğu anlam koridorlarını aralıyor Aydın.
Art arda gelen sorular… Merak, peşimizi bırakmayan yazının bir şeye varma, zihninin yolunu izleyerek ortaya çıkanın her zaman birilerine dert anlatmak gibi bir görev olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda bunun sadece dert olmadığı, insan yaşamının bir aynası olduğunun da sonucu. Söyleşiyi yapan ve söyleşiye cevap olanla arasındaki fark, cevaplayanın düzeltme ihtiyacı hissetmeden, kendini/kendimizi açıklayarak söyleşiye konu olan her metin aynı zamanda insanın iç dünyasına ulaşma imkânı sunar. Haliyle yazı, bir noktadan sonra bireyin/yazarın kendisiyle ilgili olmanın ötesine geçmesine imkan verir. Çünkü size ait olmayan gözlerin; okurun, eleştirmenin beklentileri yolunuza çıkar. Cevaplayanın ve kurgulayanın seçtiği kelimelerin anlatılmak istenenle ne kadar ilgili olduğunu düşündürür. Belli bir kültürlenmenin, dilin, anlamların, kişinin yaşadığı zamanın çağrışımlarına ses olabilirliğini ölçer söyleşi. Bu nedenle cevaplayan kişi her ne kadar kendisiyle ilgili bir anlatım var etse de ya da bir yere konumlamaya çalışsa da okuyanın nereye vardığı daha mühim duruyor.
‘İÇİNİ DÖKMENİN EN İYİ YÖNTEMİ EDEBİYAT’
Kitabın ilk konuğu, kırk binin üzerinde kitabı olan, yazarlarından imzalı ve çoğu ilk baskı, dergi koleksiyoneri bir kitap tutkunu, ceza avukatı, Ahmed Arif ile beraber çalışma imkanı bulan İhsan Fikret Biçici. Biçici, “Elinizde istediğiniz kadar iyi, kaliteli yazı ve şiir olsun, bunu hayata geçirecek maddi gücünüz yoksa olduğunuz yerde kalıyorsunuz” diyor. Zamanın değişen koşullarından yayıncılık faaliyetleri de etkileniyor. Biçici deyişinde haklı elbette ama maddi gücün ahbap gücü altında ezildiği bir döneme evrildi yayıncılık!
“Benim yazma serüvenim planlı bir şey değildi” diyen Fırat Cewerî ise bir gerekçe olmadan kendisini aniden yazma eylemi içerisinde bulduğunu belirtiyor söyleşide: “Belki de içimi dökmenin en iyi yöntemi edebiyattı.” Edebiyatın ifade gücünden metinleriyle yol alan Ceweri, genç yaşlarımda çok okuduğunu, “Belki bir gün ben de yazabilirim” deyip yazmaya başlamış olabileceğini, yazmaya başladıktan sonra da zulme, inkar politikalarına karşı yazdığını vurgulayarak Aydın’ın sorularına cevap oluyor.
“Ben diğer dillerle ilişki kurarken ‘canlı, elvan ve gürül gürül’ olan dilimden kopmadım. Tersine, diğer diller onu daha çok sevmemi sağladı. Hiçbir dile düşmanlık beslemiyorum” diyen yazar, çevirmen Mustafa Aydoğan, böyle bir duyguya yabancı olduğunu belirtiyor. Her dili dünyaya açılan değişik pencereler olarak gören Aydoğan, “Konuşabildiğim dilleri de çok seviyorum” diyor. Ancak belirtiyor: “Sizin tabirinizle dil ormanında bulunan ağaçların kendi renklerini, özelliklerini korumalarını istemem, öz varlıklarına, haklarına duyduğum sevgi ve saygı sadece ana dilimle sınırlı olsaydı, karşıtlarına benzeme riski taşıyabilirdi. Oysa ben her dayatılan dilin, ki bu benim ana dilim de olsa, asimile etmeye yönelik her davranışın, dayatmanın karşısında olduğumu her fırsatta dile getiriyorum… “
İçinde olduğu arayışı Halil Cibran’ı hatırlatarak anlatan Mahsum Oral, “İlk defa çaresiz kaldım, bana sen kimsin diyenin karşısında… Kim olduğum hakkında çok az ipucuna sahibim. Çünkü şu anda bana çizilmiş sınırlar ve verilmiş şartlar doğrultusunda yaşıyorum. Bunların hiçbiri benim tercihim olmadığı için, ‘olan insandan’, ‘olabilecek insan’ boyutuna geçemedim. Kendisini tamamlayamamış eksik bir bireyim. Bu ülkede boşlukta savrulan milyonlarca insandan biriyim. Henüz çoğunu yaşayamadığım, yaşadığım az kısımlarını da kendime ait bulmadığım bir öyküm var” diyerek ‘kimlik beyanında’ bulunuyor. Bütün arayışların temelinde olan kendini keşfetme veya bulma Oral’ın belirtiği üzere zordur. Söyleşinin devamında içinde olduğu arayışı daha detaylı sunuyor Oral. Bu ülkede koşulların özgürleştirici yanı her daim eksik olagelmiştir. Çünkü birey için sürekli boşlukta olmak, geçmiş deneyimlerin izleri olmadan belirsiz sürecek bir yaşam anlamına geliyor.
KİTABIN MEKANI: YAZARLARIN BELLEĞİ VE YÜREĞİ
Barthes’ın söz ve yazıya dair, “…söylediklerimizi yazarken kendimizi koruruz, denetleriz, sansürleriz; ahmaklıklarımızın, kendimizi beğenmişliğimizin (ya da eksiklerimizin), tereddütlerimizin, cahilliklerimizin, rehavetimizin, hatta bazen tutukluklarımızın… Üstünü çizeriz” sözleri için söylediklerini düşünürken insanın varoluşundan bugüne zihinsel birikiminin bireyde karşılığın yansıması diyebiliriz. Toplumların/bireylerin farklı olanlara yaşattıklarıyla süregelen, çoğunlukla insanı yalnızlığa/çıkmazlara götüren, mekanların kalabalığı, dayanılmazlığı, dayatıları, politik oluşu insanın düşünmek için bile yer aramasına neden. Bundandır dünyanın farklı yerlerinde mücadele etmenin farklı dillerini kullanan yazarlar/çizerler vardır. “Yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” diyor Ortega y Gasset. Metin Aydın, yaşadığı ortamın koşullarının çaresizliğine kapılmıyor. Sansürsüz yazı yolculuğunun güzergahı, onlarca yazar/aydın/araştırmacı ile söyleşi sanatının kapılarını aralıyor.
Sözcükler zamansal yolculukta, insan kalbinin ve aklının etkisiyle aklımıza yüklediği anlamlarla var olur. Böylece Metin Aydın, yazanın/çizenin kültürlenmenin, dilin, etkisiyle oluşan anlamların zamanın çağrışımlarının da ürünü olduğunu gerçekleştirdiği söyleşilerle okuyucuya ulaştırıyor. Bu nedenle Aydın’ın bütünleştirdiği metinler, söyleşiye konuk olan her yazarın kalbinin ve aklının yolculuğuna çıkarıyor. Her ne kadar derlemesini sadece kendisiyle ilgili bir yere koymamaya çalışsa da bağımsız yazma çabasının farklıları bir araya getirme sorumluluğunun mahiyetinden ötürü olduğunu dile getirmekte fayda var. Kitabın mekanı, konuk olan yazarların belleği ve yüreği oluyor. Başkalarının kendi belleğine, yüreğine açtıkları pencerelerden bakmayı sağlayan Metin Aydın, şair ve yazar kimliğinin yanı sıra başarılı bir gazetecilik örneği sergiliyor.